Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

30 Aralık 2011 Cuma

VENEDIK


Aylardan Eylül, yıllardan 2010'du. Alpcan için son hazırlıklarımız tamamlansın niyetiyle İtalya'da sevdiğimiz ana şehirleri yeniden ziyaret etmek için uzunca bir seyahate çıktık sevgiliyle.. Bir bakıma Alpcan öncesi son romantik tatilimiz de olacağından, bu tura mutlaka Venedik şehri de eklenmeli diye düşünmüştük; zira onsuz romantik bir İtalya düşünmek hakikaten mümkün gelmiyordu bize.. İyi ki de öyle yapmışız. Hava çok tadında, keyfimiz çok yerindeydi Venedik'te.. Hamileliğimin ağırlaşmaya başlayan zamanları olmasına rağmen çok kilo almamış olmamın etkisiyle bebeğimi yormadan ve beden olarak da yorulmadan şehri doyasıya yaşayabilmiştik; ki bilirsiniz Venedik demek yürümek demektir....

Venedik; 118 adacık üzerine kurulmuş, neredeyse 400 ayrı köprü ile birbirine bağlanmış, her haliyle ve her tavrıyla bir yandan romantizm diğer yandan da sanat kokan bir şehir. Sanki suların üzerinde atlaya zıplaya bir görünüp bir kaybolan tatlı yunuslar gibi devam ediyor yaşamına. İnsanı sevdiği kişiye, her nesneye her lezzete de bir başka duyguyla bağlıyor diye inanıyorum açıkçası. Ya da en azından ben sakince ve saatlerce yürürken inandım bu duyguya iyice.. Sahi, biz niçin bu şehirde evlenmedik ki sevgili?

Aşkı ve Venedik şehrini böyle sınırlandırmak bir yandan da rahatsız etsin istemem kimseleri.. Evet, belki sevgili ile el ele gezmek için mükemmel bir şehirdir Venedik, ama yalnız da deneyimlenesi bir melankolisi yok mu sizce de? Elinizde Venedik'ten bahseden kitaplar, aklınız tertemiz ve şükür dolusunuz her adımınızda.. Böyle bir seyahat çok cazip ve dolu dolu geçer bana kalırsa.. Çünkü bir yanım bu şehirde tutkulu bir yalnızlık yaşanacağına da sonsuz inanıyor diyebilirim.. Zaruri olarak yalnız bırakılmış yalnızlıktan bahsetmiyorum kesinlikle.. Seçilmiş, istenmiş ve yaşanmak istenen yalnızlık benim bahsetmek istediğim.. Kalbi kırık aşıkların yalnızlığı da değil kesinlikle; yalnızlıktan sonsuz bir keyif alanların yalnızlığı...

Sevgiliyle birkaç içi dolu gün geçirmiştik Venedik şehrinde.. Öyle çok özlemiştik ki kendisini, şu an pek kısa gibi görünen süre yetmişti ikimize de.. Turistik olmasına asla aldırmadığımız romantik gondol gezimizi yapmış, şehrin çok kalabalık olmamasını da fırsat bilerek sevdiğimiz tarihi eserlere ve müzelere de yeniden vakit ayırmıştık. Yalnızca The Lagoon Island olarak anılan dış adalara geçmeyi istememiştik, zira odak noktamızın dağılmasına hiç ihtiyacımız yoktu..

Venedik'te gondol kullanımı özel ehliyet ve eğitim ile mümkün oluyormuş. Bu detayı bu seyahatte öğrendik, hoşumuza gitti. 15.yy Fransız yazarlarından Philippe de Commine'nin Grand Canale yani Büyük Kanal için "Dünyanın en güzel caddesi" dediğini hatırlamıştım gondoldayken.. Bunu sevgiliye de söyledim, hayran hayran kanala bakıyorken.. Gülümsedi. Çok güzel bir andı... Woody Allen'ın şehri romantik bulduğundan bahsettik sonra... Gerçi daha çok şehir boşken bu fikre kapıldığını söylemişti bir röportajında ama yine de haklı olmadığını da kimse söyleyemezdi. Kaptanımız, "bunu en iyi ben anlayabilirim" diyerek kahkaha patlatmıştı.

Bir öğleden sonra sevdiğimiz Büyük Kanal'a bir de çok sevdiğimiz (özellikle de taş kemerlerine hayran olduğumuz) Rialto Köprüsü üzerinden uzun uzun baktık sevgiliyle. Sanırım kanalın en güzel seyir noktası bu köprüdür diye düşünüyorum. Orada ve öylece, belki de bir saati bulan bir romantizm yaşadık manzaraya karşı. Doyulmazdı... Seyir halinde olan vaporettoları takip etmek, ışık oyunlarına odaklanmak, şehrin bitmek bilmez enerjisine karşılık sakince orada ve öylede durabilmek... Nefisti!

Rialto demişken; kentin iki yakasını birleştiren üç köprüden en bilineni Rialto Köprüsü. O köprü üzerinde manzaraya doymak ve sonrasında şehrin batı yakasına doğru adımlarımızı yönlendirmek ve arka sokaklarda yeni keşifler peşine düşmek hakikaten çok keyifli bir şehir aktivitesi benim için.. Salına salına dolanırken evimizin bir duvarı için maske seçmek de çok keyikfli bir andı bizim için. (Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli şey; turistik dükkanlar yerine tutkuyla yapılmaya devam eden ve sanat olduğu konusunda bir şüphemizin olmadığı el yapımı maske dükkanlarının tercih edilmesi..)

Adımlarımız elbette bayıldığımız Libreria Acqua Alta'nın kitap kokularına doğru da yönlendirdi bizi.. Rutubet kokularına karışmış kitap kokusunu içimize çekip, üst üste düzenli düzensiz dizilmiş binlerce kitap arasında dolandık sevgiliyle.. Bence bu bile aşırı romantik bir andı..

Kanallara bakan nefis cepheli evleri izledik sakince yürürken. Camları açık evlerin içlerine odaklanıp görkemli mobilyalarına göz gezdirdik çaktırmadan, zeytin ağaçlı balkonlara hayran olduk hafif bir kıskançlıkla.. Şehrin Noel zamanlarını düşündük, "burada bir noel vakti ne denli enteresan olur kim bilir, hele de sular yükselmişse..." dedik birbirimize. Yanımızdan geçen gondollardaki insanları izledik, odaklandıkları noktalara biz de odaklanıverdik.. Çok güzeldi anlardı hepsi de..

San Marco meydanındaki San Marco Bazilikası sanırım şehirde görsel olarak beni en çok heyecanlandıran yapılardan biri. Özellikle Bizans kubbelerinin detayları, geniş mozaikleri, terasında bulunan ve "Mahşerin dört atlısı" olarak anılan bronz at heykelleri (replika kendileri ama gerçekleri de bazilikanın içinde.), beni yeniden ilk kez görüyormuşcasına etkiledi diyebilirim.

Bir Rönesans aşığı olarak söyleyebilirim ki; müze olarak şehirde sayısız seçeneğiniz var. Venedik Rönesans’ını takip etmek için Titian, Veronese ya da ıskalanmış bir deha olduğuna inandığım Gentile Bellini izinden yürüyebilirsiniz mesela (Gerçi kendisini Fatih Sultan Mehmet kesinlikle ıskalamamış ve bu durum benim pek hoşuma gidiyor).

Modern sanat arayışında olanlar için; Peggy Guggenheim koleksiyonu da kesinlikle şehrin kaçırılmaz sanat aktivitelerinden biri, ama biz bu şehirde modern zamanlarla pek de ilgileniyoruz da diyemem. Bu şehirde her zaman Rönesans ressamlarına zaman ayırmak ve onlara yakın durmak bizim için da cazip geliyor.. Bazıları galerilerde, bazılarıysa kiliselerde sayısız eser gördük Venedik Rönesansı'na ait.. Benim favorilerim; La Querini Stampalia'da bulunan Bellini'nin The Presentation of Jesus at the Temple'ı. Veronese'nin Accademia'da ve asılı olduğu tüm duvarı adeta kaplayan The Marriage at Cana'sı.

1720 yılından beri San Marco Meydanı'nda hizmet veren ikonik Cafe Florian'da elbette soluklandık. Çevreyi, sanatı ve insan manzaralarını seyre daldık orada otururken... Karnımı sevip, Alpcan'a da biraz bahsettik oralardan.. Suların yükseldiği anları da görmek istediğimizden ve bunun belki de beraber olabileceğinden de söz ettik miniğe.. Kulağımızda nefis bir klasik müzik ezgisi eşliğinde yaptık bunları, pek mutluyduk... 

Barda ve ayakta! (bu kez hamilelik nedeniyle oturmak daha cazip olsa da) kahveleri nerede içtiniz derseniz Rizzardini diyebilirim sevgili tavsiyesiyle. Kendi halinde, ufakcık ve sevgiliye göre fazlasıyla iyi bir kahve dükkanı burası. Hem de 1742'den beri hizmette.. Venedik lokallerini gözlemlemek için de nefis bir nokta diyebilirim.

Yemek yemek bizim seyahatlerimizin neredeyse en önemli anları.. Hamile bir kadın olarak bu aktiviteyi daha da yukarı bir heyecan seviyesine çıkarttım diyebilirim Venedik seyahatinde. Her ne kadar ana tema daima deniz ürünleri olsa da; ciğer sever Bey Fegato Alla Veneziana yemeden bu şehirden dönemezdi, dönmedi de... Tereyağında maydanoz, sirke ve limon ile hazırlanan ve ince doğranmış soğan ile servis edilen bu enfes tabak onu çok mutlu etti. Ben de Nero di Seppie yani mürekkep balığı ve mürekkepli makarna denedim ilk kez. Yemesi eğlenceliydi ve komikti o kesin, ama tadı da kusursuzdu. Osteria Santa Giustina bu noktada not edilesi bir restoran diyebilirim.

Sarde in Sour sevgili için bir başka şiir denemesiydi. İsmi üzerinde bir sardalye yemeği kendisi. Bolca kramelize soğan,kuru üzüm ve çam fıstığı ile pişirilmişti bayıldık ikimiz de. Garsonumuzun tavsiyesiyle sevgili bu yemeği bir kadeh prosecco eşliğinde afiyetle tüketti. Benim Baccala yani morina balıklı yemeğim de aşırı iyiydi. Bu lezzetler için eski ve lokal mekanlar olarak şu restoranlar notlarınızda olabilir; L'Alcova Restaurant, Osteria alle Testiere, Trattoria Alla Rampa, Al Bottegon, Trattoria Dalla Marisa.

Yürürken midemiz kıyıldığında Tramezzino diye bahsedilen atıştırmalık sandviçlerini de pas geçmedik; zira sevgili bu tip beslenmelerin aşığı... İçine prosciutto, enginar, mozzarella ve domates ekletip hazırlattık kendisini, tam bir yürüyüş kıyağı oldu midemize. (Pasticceria Bar Puppa tramezzino için iyi bir öneri.)

Aperitivo vaktimizi genelde yengeç kıskacı ve şarap eşliğinde yaşadık diyebilirim. Doktorum izin verdiği için yarım kadehlik beyaz şarap şansımı bu seyahatte bu ikili için kullandığımı da itiraf edebilirim. Venedik'te bu vakit daha çok Cicchetti olarak geçer aslında, zira cicchetti minik tapas tarzı atıştırmalıklara denir ve aperitivo vakti bol bol tüketilir. Daha da doğrusunu söylemek gerekirse Venedik'te saat gözetmeden her sosyal buluşma cicchetti ile taçlanıyor bile diyebilirim. Cicchetti için Osteria Alla Bifora, Il Rusteghi ve farklı bir deneyim için de Musevi Mahallesi'nde bulunan Al Timon'u tavsiye edebilirim.

Aperitivo için en bilinen tavsiye, 1930'lardan günümüze gelmiş ve Bellini kokteylleriyle ikonik bir isim olmuş Harry's Bar. Burası özellikle ilk seyahatlerde kesinlikle atlanmaması gereken mekanlardan biri olarak kabul ediliyor. Günün herhangi bir saatinde uğrayabileceğiniz, ama en çok aperitivo vakti seveceğinize inandığım bir güzel kendisi. 

Manzaralı bir aperitivo ise bu şehrin olmazsa olmazı diyebiliriz.. Kanala karşı bir kadeh kaldırmak ve o sevinci yalnızca kanal ile paylaşmak bence daima iyi bir fikir. Küçük bir kaçamak için bütçemi geniş tutabilirim derseniz; Belmond Hotel Cipriani'nin konumu bu keyif için mükemmel diyebilirim. Hotel Danieli de aynı şekilde tavsiye edilesi güzel bir terasa sahip..

lulu
x








19 Aralık 2011 Pazartesi

DUBROVNIK Anıları...

Avrupa'da xmas, bizde ise yeni yıl vakti yaklaştıkça caddeler süslenmeye ve dükkanlar ışıklandırılmaya yani bir bakıma sokaklar şenlenmeye başlıyor. Bu süslemeler bizim ülkemizde Nisantaşi dışında çok da göze hitap ediyor olmasa da, Avrupa'da bu günleri yaşamak hakikaten doyumsuz oluyor, buna hiç süphe yok. 

Dubrovnik şehri sakin sakin yeni yıla hazırlanırken, Stradun'daki dev ağaç süsleme rituelini izlemek adına bir köşede sevimli bir kafeye ilişmiştik sevgiliyle. Yıl 2008'di. Elimizde kadehlerimizle tasasız, telaşsız ve çok mutluyduk. O kocaman ağacın süslenmesini ve çalışanların aralarındaki zerre anlamadığımız dillerine rağmen şakalaşmalarını pek sevmiş, ilgiyle takip etmiştik. Konakladığımız Lapad bölgesinin girişine konan çam ağacını görünce de otelimize yaklaştık diye seviniyorduk; zira yürümekten yorgun düşmüş ayaklarımız yatağı hayal ediyor oluyordu ve o ağaç sanki yatağa 5 kaldı diye fisildiyordu bize..

Çeşmeleri bol Dubrovnik'te, elbette çeşmeler de süslenmişti yeni yıl için. Her gördüğümüzde ellerimizi ıslatmadan buz gibi suyundan içmeye çalışmak komik bir anıdır hala hatırımda..

Şehre ait en unutamadığım an ise; eski şehre Pile kapısından girdiğimiz o son gece, Stradun Caddesi'nin neredeyse bomboş halinde öylesine durmam ve büyülendiğimi hissettiğin o saniyelik an diyebilirim. Meditasyon hayatım neredeyse yeni başlamış ve içimdeki duyguların yeni yeni keyfine varan ya da kendilerini yeni yeni tanımaya çalışan biri olmaya alışırken o anlık his beni muazzam yerlere ışınlamıştı.. Sevgiliye "öyle mutluyum ki; , yere oturmak ve bu anda biraz kalmak istiyorum" dediğimi hatırlıyorum. Bunu aşırı soğuk yüzünden yapamamıştım elbette ama istemiştim... Sanki hafızamın içinde biri, bir noktaya aniden dokunmuş gibiydi, nefisti.. Ayrıca en sevdiğimin yanında, mutlu ve huzurluydum.. Sanki hayatın ne denli güzel olduğunu ilk kez bu kadar yoğun hissediyor ve üzerine düşünüyordum....

Öyle.

Proto'da yenen muhteşem akşam yemeği..
Adress: Siroka no. 1 - Dubrovnik

The Pucic Plus'ın Royal Cafe'sinde güneşli bir öğleden sonra aperitivosu..
AdresUl. od Puca 1 - Dubrovnik

Yine güneşli bir öğle vakti, yakın kasabalardan pastoral güzel Cavtat'ın sahilinde yapılan nefis bir yürüyüş ve sahil sonunda duran o tatlı ve minik kilisenin ziyareti...

Kale surlarında esen keskin rüzgara kendini teslim ediş...

Bir de yazın gelip bahçesinde bu deneyimi yaşayalım dediğimiz Bokar Kalesi manzaralı restoran Nautika...

Anıları ve anlar yani..
Hani içimizi ısıtan ve yaşadığımızı iliklerimize dek hissettiren anılar..!

lulu
x




12 Aralık 2011 Pazartesi

The Versatile Blogger



Cupcake Hayatlar beni çok yönlü bir blogger olarak mimlemiş. Pek tatlı.
 Ne diyeyim; dünyanın en leziz, en renkli cupcakeleri onun olsun...

Gelelim benim hakkımdaki en net 7 sıralamasına;

1. Seyahat etmek benim için bir yaşam şekli. Gezerken farklı kültürler eşliğinde gelişmeyi çok seviyorum. Gezerken okumaya, bilgilerimi daima görsel olarak da beslemeye bayılıyorum. Lezzet keşifleri ve sanat da seyahatlerimizin en birincil nedenleri diyebilirim.

2. Meditasyon hayatımın vazgeçilmez bir parçsı. 2002 yılından bu yana...
 Kendi merkezimde ve dengede olduğumu kendime hatırlatmadan yeni güne başlamamaya çabalıyorum.

3. Evde kocaman sofralar hazırlamaya bayılırım! (servis kısmında çok yetersizim; zira hizmet etmek aklıma gelmiyor valla sofraya oturduktan sonra ama enfes sofralar hazırlama konusunda iddialıyım) Özellikle seyahat donüşlerimiz bir şölene dönüşür bu anlamda. Yerel ürünlerden yapılmış alış-verişler mutlaka dostlarla paylaşılır..

4. Kitap okumadığım gün sanırım ki yoktur. Hayatımın tek sığnağı okuduğum kitaplar kabul ederim. Bu anlamda üye olduğum goodreads 'i tüm kitap kurtlarına tavsiye edebilirim. Okumalarınızı bu sayede çeşitlendirebilir ve de daha iyi tercihler yapmak adına bu platformdan yararlanabilirsiniz.

5. Filmler, müzikler, filmler, müzikler.. Onlarsız bu safsatalarla dolu dünyaya nasıl karşı dururdum bilemiyorum. Bol bol film, daima müzik!

6. Yeni insanlar tanımayı çok seviyorum.. Yani hakikaten tanımak, nitelikli muhabbetlerin içinde olmak ve bambaşka bakış açılarını gözlemlemek.. 

7. Hayatımdan uzak tuttuğum ya da zaman içinde daha iyi tanıyarak arama duvarlar ördüğüm insanlar çok oluyor. Öz eleştiri olarak; bu konuda zaman zaman çok katı olduğumu söyleyebilirim. Siyah ve beyazlar dışında bazen grilerin de varlığını kabul etmem gerekiyor. Uzun zamandır daha yumuşak geçişler yapabilmek icin meditasyonla bu konu üzerine çalışıyorum. Olacak umarım. Çesitliliğe elbette her daim açığım ve gelişmek için kendisine çok fazla ihtiyacım olduğunun farkındayım, lakin yine de dedikodu ile beslenen, kendi hayatından çok karşısındaki insanların hayatını sorgulayanlara tahammülüm yok. İyi ve kötü hepimizin içinde varolan duygular bunlar ve bir şekilde dengelenmeleri şart diye düşünüyorum. 


sevgiler
lulu
x

28 Kasım 2011 Pazartesi

LÜKSEMBURG


Lüksemburg, 2008 yılının yaz günlerinde sadece bir günümüzü geçirdiğimiz, ama o bir gün içinde bize kendini tanıtmak için elinden geleni yapmış; medeniyet ötesi, küçücük ve İsviçre sonrası kendimi en güvende hissettigim ülkeydi diyebilirim.

Son derece gelişmiş bir ekonomiye sahip olmaları, eğitim seviyeleri, kişi başına düşen milli gelir ortalamasının rakamı... Hepsi çok iç çektiren detaylardı, ama durumunuzu karşılaştırmamayı çok daha uygun bulduk sevgili ile.. Ülke elbette güçlü ekonomisinin getirisi olarak önemli bir finans merkeziydi ve bunu dünyanın en önemli banka ve finans şirketlerinin tabelaları gözümüze değdiğinde hemen ifşa da ediyordu..

Lüksemburg seyahatinden birkaç yıl evvel İsviçre'yi de görmüş olduğumuzdan şehrin/ülkenin minyatür bir İsviçre olduğunu ya da İsviçre'nin kantonlarından birinde bulunduğumuzu hissettirdi bize. Yemyeşildi, tertemizdi ve ormanlık alanlar ile vadiler içinde saklanmış muazzam şatoları vardı.. Hakikaten benzer manzaralardı...

Şehir vadide kurulmuş olduğundan vadi içlerindeki yürüme yolları sayesinde nefis bir yürüyüş parkurundan faydalanarak gezdik şehri. Bir yete varma telaşı yaşamadan, adımlarımızın lezzetine vararak yaptık bu yürüyüşü.. Parklar gördük, bahçeler gördük ve ruhumuzu yükselten bir dinginlik sundu adımlarımız bize.. Bu arada vadiler tepelerle, tepeler vadilerle kavuşuyordu ve daima yeşil ile kutsanıyordu bu buluşmalar. Vadide belirli noktalara konumlandırılmış asansörler değdi gözümüze. Halkın günlük yaşamı daha kolaylaşsın ve turistlerin yürümek istemeyenleri rahat etsin diye vadiden çıkışları hızlandırmak amacıyla konmuş meğer bu asansörler.. Bu arada yürümekten pek hoşlanmıyorsanız; Petrusse Express ile sightseeing yapabilirsiniz ya da bisiklet severler için bisiklet turu da son derece ideal bir aktivite kabul edilebilir.

Sevgiliyle şehrin sokaklarında, yeşilleri arasında keyifle dolanırken saatin beş olduğunu hiç anlamadık.. O saat geldiğinde şehrin tüm dükkanları bir bir kapandı ve o saat sonrası sokaklar muazzam bir sessizlik içinde kaldı.. Diğer yandan da kafe ve restoranlar bir bir dolmaya başladılar elbette..

Gözümüze Chi-Chi's Mexican Restaurant'ı daha önce kestirmiş olduğumuz için önce kokteyl daha sonra da akşam yemeği keyfimizi uzun bir zaman dilimine yayarak ve güneşi de batırarak keyifle yerine getirdik.. (Adres : 15, Palace d'Armes.)

Lüksemburg mutfağı için İtalyan bir arkadaşımın söylediği bir detayı eklemek istiyorum.. Aslında şehir/ülke, küçüklüğü de düşünülürse dünyanın birçok ülkesine göre daha fazla Michelin yıldızlı ya da "guide" olarak belirlenmiş restoranlara sahipmiş. Bu durum diğer restoranlara da olumlu bir yansımada bulunmuş ve şehirde neredeyse her köşede kaliteli yemek yiyebilmek gibi bir durum oluşturmuş. Yalnızca şehrin genel özelliği olarak; ama Michelin ama normal bir restoran olsun, nitelikli yemek yemek hakikaten son derece pahalıydı diyebilirim.. O nedenle de yeme içme çıtasını Michelin yıldızına taşımak bizim için çok da mantıklı bir tercih değildi açıkçası.

“Judd matt Gaardebounen” Lüksemburg'un en ünlü yemeklerinden biri. Dumanda pişirilmiş domuz eti ve kocaman fasülyeler beraber servis ediliyorlar. “Friture de la Moselle” ise küçük ve dip balıklarının (nehir balığı) kızartılmış versiyonu. Bu iki yemek bu şehirde mutlaka!


Belki birçok kişi için gidilecek yerler sıralamasında ilk sıralarda olan bir destinasyon olmayabilir Lüksemburg, ama eğer yeterince büyük şehirler gördüm biraz da detaya ineyim diye niyetleniyorsanız; etrafı Belcika, Fransa ve Almanya ile çevrili bu güzel ülkeye kısa da olsa vakit ayırın ve havasını koklayın diye tavsiye edebilirim.. Bizim gibi bu 3 ülkeden birini ziyaret ettiğinizde trenle bu ziyareti kolayca araya sıkıştırabilirsiniz... 

lulu
x

16 Kasım 2011 Çarşamba

ROMA - DI RIENZO


Seyahat etmeyi çok sevmemizin bir dolu nedeni var, ama en önemli nedenlerden biri yemek yemek! Daha gideceğimiz şehri ya da kasabayı belirler belirlemez ilk iş "nerede, ne yemeli" araştırmalarına başlıyor, çevremizdeki rafine damak zevkine sahip dostlarımızdan tavsiyeler alıyoruz. İster şık bir restoran ister klasik bir trattoria ya da ayak üzeri yapılacak bir atıştırma olsun, ama illaki biraz özenle seçelim istiyoruz kendisini.. 

Roma zaten hepimizin az çok bildigi gibi başlı başına bir lezzet diyarı ve üzerine bir de tüm kalabalığına rağmen romantik de bir şehir. Sabah kahvaltısı sonrası, eğer hava da izin veriyorsa güneşten yararlanmak adına kahvemizi İspanyol Merdivenleri'ne karşı yudumlamak size de romantik gelmiyor mu? Açıkçası bu şehrin en turistik noktası bile beni romantik hissettiriyor.

Piazza della Rotonda yani daha çok Pantheon Meydanı olarak bilinen meydan, bizim Roma'da en sevdiğimiz meydanlardan biri. Restaurante Di Rienzo ise muhteşem Pantheon manzarasını seyre dalmak ya da guneşi bu dev güzelin üzerinden batırmak adına sevdiğimiz bir adres.

Son seyahatimizde bir akşamımızı Pantheon'un manzarasına ayırmak istediğimiz için, planımız da Rienzo'ya güneş batım saatinde oturup, lezzetli bir et yemeği yemekti. Hatta aklımda İtalyanların en sevdigim et tabağı Osso Buco'yu da burada denemek vardı, ama Rienzo'nun kibar şeflerinden Salvatore bana çok daha lezzetli bir et için garanti verince onun tavsiyesine uymayı tercih ettim.. O akşam çok uzun ve keyifli bir yemek yedik Di Rienzo'da. Roma'yı ne kadar çok özlediğimizi ya da daha çok neden özlediğimizi konuştuk sevgiliyle. Alpico belki İtalyan kültürüne yakın bir eğitim alır, ileride bu şehirde eğitimine devam eder ve biz de sayesinde şehirde bir süre yaşabiliriz diye hayaller kurduk.. TElbette bunlar bizim hayallerimizdi ama düşüncesi daha keyif verdi..



Salvatore'nin et önerisi öylesine lezzetliydi ve bizi o gece o yemek öyle mutlu etmişti ki; Pantheon aşkımızı bahane ederek ve bu kez öğleden sonra şarap-peynir tabağı keyfi yapmak için restorana yeniden geldik. Vakit yavaştan akşam yemeğine dönünce de bu kez aynı tabağı sevgili için sipariş ettik.

Ama o gün bizim icin çok daha özel bir an yaşandı Di Rienzo'da...

Alpico'ya makarna tattırmak istiyorduk bu seyahatte ama taneli gıdalara karşı yutma refleksi yeni yeni geliştiğinden bunu nasıl yapacağımızı da bilememiştik. Hem bu durumu hem de tuz kullanmıyor oluşumuzu Salvotere'ye anlattığımızda bize nefis bir alternatif sunup, bizim kuskus olarak bildiğimiz küçük taneli makarnayı Alpcan için tuzsuz bir makarna sosu ile hazırlabileceğini söyledi bize. Böylece ilk makarna denememizi Roma'da yapmak gibi de nefis bir anımız oldu ve Alpico koca tabağın büyük bir kısmı dev bir performansla tüketti. Ağzı yüzü domates soslu içindeydi. 

Bu anı sonrası da Di Rienzo'yu kalbimizin bir başka yerine yerleştirmiş olduk..

lulu
x



14 Kasım 2011 Pazartesi

L' Antico Forno Di Fontana Di Trevi - ROMA

Günaydin İstanbul.

İtalya'da bulunduğumuzda en keyif aldığımız şeylerden biri; sabah kahvaltısı/öğle yemeği arasında bir saatte damak keyfimize uygun bir sandviç hazırlatıp, biralarımız elimizdeyken
sevdiğimiz bir sokağın merdivenlerine ilişmek oluyor. Bu keyif Floransa'daki Fratellini sayesinde oluştu, bunu çok net biliyorum.. Forno'lar yani fırınlar cenneti Roma'da da bu lezzetli anları yaşamayı seviyoruz elbette sevgiliyle ve bu şehirdeki adresimiz bizim için bir klasik; Aşk Çesmesi'nin hemen karşısındaki L' Antico Forno Di Fontana Di Trevi.

O gün, yani son Roma seyahatimizde normalin aksine sakin bir Aşk Çeşmesi bulunca merdivenlerine ilişiverdik ve bir taraftan çeşmeye odaklanırken, diğer yandan da Bernini'yi dünya üzerinden en çok kıskanan adam olduğunu tarihsel okumalardan bildiğim Borromini'nin enteresan bir mimariye sahip klisesi Quattro Fontane'yi izlemeye başladık. Sandviçlerimiz bitince bu kez kilise merdivenlerine doğru uzanıp Aşk Çeşmesi ile romantik romantik bakışıp, kendisine bakınca aklımıza geliverenler hakkında uzun uzun konuştuk sevgiliyle...

Daha güzel bir sandviç yeme ortamı olabilir mi sizce Allah aşkına? 





31 Ekim 2011 Pazartesi

RISTORANTE VICTORIA - MILANO


Milano beni ben yapan şehirlerden beri. Belki de ilki.. Çok şey öğretmiştir bana yıllar içinde.. Hem iş hayatımın merkezi olması ve bu sayede dindiğim özünde insan olan deneyimler hem özel seyahatlerimde şehirde yaptığım uzun yürüyüşler hayatımın ve düşünce şeklimin üzerine detaylıca eğilmemi sağlamıştır gerçekten de... 

İşim sebebiyle çok sık seyahat ettiğim bir şehrin özel seyahatlerime de bu denli nüfuz etmesi, bir diğer yandan da sayısız lezzetli deneyim edinmemi sağladı elbette. Bu konuda şanslı olduğumu biliyorum; zira İtalya'da kuzey mutfağı diye bir gerçek hakikaten var... Zaman buldukça bu restoranlardan kısa kısa da olsa bahsetmek istiyorum size.. 

Milano birçok ziyaretçi için bir geçiş noktası aslında. Turizm acenteleri vasıtasıyla şehri ziyaret edenler Milano'nun ancak turistik noktalarından gözlemleyebiliyorlar. Münferit seyahatler ise çok şehirli İtalya turu konseptiyle planlanıyor ve gözlemlediğim şu ki; bu şehre hakettiği kıymeti ve zamanı ayıran kişi sayısı oldukça az.. Dilerim yıllar içinde bu durum seyahat deneyimlerimiz de arttıkça birbirimizi olumlu etkileyerek değişebilir...Durum böyle olunca size ilk restoran önerimi merkezi bir konumdan yola çıkarak yapacağım.

RISTORANTE VICTORIA, Duomo - Brera semtleri arasında kalan ve entellektüel bir çevre tarafından tercih edilen lokal bir restroran. Şarap kavının genişliği nedeniyle "enoteca" diye de bahsediliyor kendisinden.. Victoria'ya uzun senelerdir düzenli gittiğimizden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, iyi bir restorandır. Basit ama lezzetli tabaklar hazırlarlar ve İtalyan mutfağının geleneksel lezzetlerinden pek de uzaklaşmazlar. Ayrıca servisleri de bir Fransız restoranı kadar özenlidir. Teatro alla Scala gösterileri sonrası için tavsiye edilen "After Scala" mekanlarından da biri kabul edilir Victoria. Bu da kendileri için sıkı bir referans olarak kabul edilir diye düşünüyorum..

Adres : Via Clerici 1. 




Neler tavsiye edebilirim bu restorana dair; 

Mozzarella Di Bufala: Pek çoğunuzun bileceği gibi riskli bir peynir çeşidi kendisi; zira söz konusu Mozzarella olduğunda en önemli ve belki de tek önemli nokta sütün tazeliği oluyor. Bu da peyniri günlük tüketmek gibi bir gerekliliği beraberinde getiriyor. Türkiye'de yemeyi genel olarak tercih etmediğimiz bu peyniri, İtalya'da öncelikli olarak tüketmek istememizin ana nedeni de bu tazelik oluyor zaten. Bu arada mozarella, İtalya'da dahi her restoran menüsünde Bufala olarak çıkmaz karşınıza, o nedenle de eğer mümkünse Victoria'da bu denemeyi yapabilirsiniz..



Ben iflah olmaz bir risotto severim. Bir menüde risotto varsa mutlak tercihlerimden biri kendisi olur. Victoria'yi bu kadar çok sevmemin ana nedeni de hayatımdaki en farklı ve lezzetli de risotto denemelerini burada yapmış olmam bile diyebilirim.

Görseli fazlasıyla karanlık ve flu belki ama birkaç yıl evvel Victoria'da şampanya ve dağ meyveleri ile hazırlanmış enfes bir risotto deneyimi yaşamıştım ve beni müthis memnun etmişti bu denemem.. Menülerinde şu an da devam ediyor mudur bilemem ama mevsimi orman meyveleri için uygun ise mutlaka sormanızı tavsiye ederim. 

Tartar benim damak keyfime pek uygun bir lezzet değil aslında ama sevenin de bu lezzetin peşine düştüğünü biliyorum.. Victoria et ve balık tartar konusunda da başarılı bir restoran kabul ediliyor.

Victoria'nın et tabaklarını birçok kez denemiş, ette yumuşaklığa -doğal yollar ile elde edilmiş yumuşaklığa- aşırı önem verdiğimden de her denememde tabağımı büyük bir iştah ile bitirmiştim. Özellikle polenta üzerinde servis edilen dana eti denememi çok sevdigimi hatırlıyorum. Polenta, mısır unu ile yapilan bir tip İtalyan garnitürü kabul edilir. Püre gibi yapısı nedeniyle de et yemeklerine yakışır. İyi bir polenta hem lezzetli hem de sağlıklı bir tabak olsa da İtalya'da dahi olsanız bu tabağı her restoranda denediğinizde mutlu olmazsınız.. Bu da aklınızda olsun.. 

afiyetler
lulu
x

NOT : Bu arada mekanın bir de kafe versiyonu var aynı isimde ve hemen yan sokağında bulunuyor. Aman yanlışlıkla orada oturmayın ki size hayal kırıklığı yaşatmış olmayayım. ;)

27 Ekim 2011 Perşembe

U-FLEKU - PRAG


Bunu söylemek çok hoşuma gitmiyor, ancak metropol hayatı içinde olanlar için (özellikle de haftanın 5 günü ve 9/6 çalışanlar) bayram demek ne yazık ki tatil anlamına geliyor. Bu düşünceden ben de pek memnun olduğumu söyleyemem, fakat yoğun iş hayatı ve hızını yavaşlatmakta zorlandığımız büyük şehir dinamiğinde sürüklenirken yorgun düşüyor ve beynimizi boşaltıp yenilenmek adına mümkün olan tüm fırsatları tatil olarak değerlendiriyoruz.. "Nerede o eski bayramlar?" demeyeceğim elbette ama diyenler çok, onları da anlıyorum.

Önümüzde yaklaşmakta olan bir bayram tatili var ve ben resmen dakika sayıyorum o güne erişmek için.. Benim gibi seyahat hazırlığı içinde olanlar arasında destinasyonu Prag olanlar varsa, nefis bir önerim olacak onlar için. 

Prag'da Kremencova 11 adresinde, 1499 yılından bu yana hizmet veren tam 512 yıllık nefis bir lokal birahane bulunuyor. Adı U Fleku. U Fleku, hem bir birahane hem de bir restaurant aslında.. Mekanda, akordeon ve tuba çalan iki tatlı müzisyen ile canlı müzik yapılıyor bazı geceler. Tatlı dedim ve daha evvel Prag seyahati yapanlar için belki de bu "tatlı" tanımı biraz garip gelmiş olabilir.. 

Prag şehir sakinleri genel olarak ülkenin genleri ve yaşanmışlıkları gereği Akdeniz insanı profilinden bir miktar uzaklar. Soğuk ve fazla snop olduklarını rahatça söyleyebilirim, ama bazılarının bu soğukluk üzerine biraz da gıcık olduğunu söylersem tuhaf bir yorum yapmış sayılmam umarım.. Ancak bu restaurantta tüm personel bambaşka bir motivasyon, güler yüz ve yüksek bir enerjiyle çalışıyorlar. Mekanın lokal biralarından denemek elbette şart hatta farklı seçenekleri aynı anda azar azar denemek için tadım menüsü de alıbiliyorsunuz. Garsonlar sürekli masalar arasında dolanıp, boşalan bira bardaklarını tazeliyorlar. Siz dur demedikçe de bardağınız sürekli dolduruluyor ve 'Nas Zdorovye' sesleri mekanda yankılanıp duruyor. Cozy bir ortamı var U Fleku'nun. Restoran kısmında da oturup mekanın lezzetli et yemeklerini denemeyebiliyorsunuz. Yemek konusunda da fena değiller diyebilirim.

U-Fleku'da günün ya da gecenin sonu kesinlikle Becherovka ile yapılıyor. Birer shot, özellikle de kış aylarındaysanız, sizi dışarıdaki soğuğa karsı hazırlıyor bir bakıma. 

Bu arada restoran çıkışında Prag'a özgü kuklaların U-Fleku versiyonlarını göreceksiniz. Kukla tercihinizi burada kullanmak ister misiniz bilmem ama biz öyle yapmıştık ve belki de bu yüzden U-Fleku'yu seneler geçse de asla aklımızdan çıkartmadık. 

Diyecegim o ki, notlarınıza eklemeye değer bir mekandır U-Fleku.
Kafka izinde şehirde gezeceklere de kesinlikle iyi gelir...

lulu
x

 

 



13 Ekim 2011 Perşembe

HOLLANDA


Çevremde ne çok arkadaşım var Amsterdam şehrine büyük bir aşkla bağlı olan ve defalarca şehri ziyaret eden.. Gerçi genel olarak alternatif eğlence seçenekleri yüzünden şehri bu kadar çok seviyorlar biliyorum ama neticesinde de şehri seviyorlar yahu...

Oysa ben pek sevemedim Amsterdam'ı. Yani "sevemedim" doğru kelime mi pek de emim değilim aslında ama ilk seyahatte şehirle aramda yeterinde kuvvetli bir bağ kur(a)madığımı düşünüyorum. Yaşam dinamiğine ayak uydurmak da istemedim aslında nedense.. Oysa çiçek pazarları renkli ve sevimliydi, manavları görsel olarak içimi açtı, köprüleri, minik evleri, değirmenleri ile de görsel hafızamızı doyuran birçok güzel anımız oldu bu şehrin sokaklarında.. Hele ki peynirleri! Seyahat hayatımızdaki en fazla peynir alışverişini Amsterdam'dan yaptık bile diyebilirim. Ancak yine de uzun bir süre görmesem "ahh Amsterdam" diye başlayan bir cümle kuracağımı sanmıyorum. 

Beni Amsterdam'a mutemelen yeniden çekecek bir neden varsa eğer o da Alpico ile gezmek istediğim müzelerin hayali olabilir diye düşünüyorum şu an. Barok dönemin Flaman ve Flemenk izlerini Rijksmuseum'da takip etmek elbette tartışılmaz bir deneyim benim için ve bu deneyimi bir de Alpcan ile yaşamak çok daha anlamlı olacaktır..

Gel gelelim, müzeler bir kenarda dursun ve ben Amsterdam yerine hakkımı Hollanda'nın şirin şehir ve kasabalarından yana kullanayım isterim elbette.. Mesela; yeşile doyduğum Volendam ve Marken kasabaları ya da gerçekten ufakcık ama bir o kadar da sevimli olan Lahey ve Delft.. Hatta depdeğişik bir Hollanda deneyimi için; Scheveningen.

Bu seyahat sonrası kendi adıma en önemli kazanım, Hollandalılara beslemeye başladığım muazzam saygı oldu demeliyim. Gördüğüm en medeni Avrupa sehirlerinden biri olmaları bir yana dursun, ülkelerini ciddi anlamda elleriyle ve tırnaklarıyla kazıyarak inşa etmelerine hayran kaldım hakikaten.. Bunu bir savaş başarısı, bir işgalden kurtuluş hikayesi anlamında söylemiyorum; zira izlediğimiz ve okuduğumuz detaylarda şunu öğrendik ki; deniz seviyesinin altındaki tüm araziler halkın desteği sayesinde kum setleriyle desteklenmese, ülke topraklarının neredeyse %40'ı sular altında kalabilirmiş normal şartlarda.. Halkın bu konudaki bilinç seviyesi, verdigi hem fiziksel hem manevi destek ve harcanan emek inanılmaz bir hikayenin parçası. Hayran olmamak, mücizelerin zaman zaman insan eli ile de mümkün olabileceğine inanmamak neredeyse mümkün değil..

Yazı sonrasına eklediğim görseller 2009 Haziran ayı seyahatimizden. Son iki resim henüz doğmamış hatta sevgiliyle aramızda kararı bile verilmemiş, ancak yine de bir gün geleceğinden amin olduğumuz Alpcan için çekilmişti. Evet evet, tam olarak o isim için... ;)

* Kucuk a.

lulu
x